16 Şubat 2012 Perşembe

Prospektüs

www.tips-fb.com


Bir yudum soluk için bazen etrafa bakmak gerekir. Gerçek nefesin kimde saklı olduğu belli değildir. Bazen en yakındadır bir solukluk ilham, bazen arada kıtalar vardır. İşbu yazı Yonca Tokbaş'a gıpta sonucu yazılmıştır. 





Yazmanın benim için bir tür nefes alma yolu olduğunu söyler dururum hep. Gerçekten de öyledir, ergenlik çağlarımda dahi sayfalar dolusu yazardım kimseye anlatamadığım en mahrem şeylerimi. Böyle böyle büyüdüm çünkü. Her saniye yeni bir kelime yazdım günlüklerime, o günlükler büyüttü çocukluğumu her kelimede. Bir tür aşktı aramızdaki. Gerçek aşkın karşıma çıkacağı günü sabırsızlıkla beklerdim o zamanlar. Sıkıntısız bir flörttü bu, acıtmak yerine iyileştiriyordu yaşananlar.


Lakin şimdilerde en eski aşkım yazma hevesimle bir tür hasım gibiyiz nedense. Aslında nedenlerini birkaç dakika önce çözdüm diyebilirim. Ve sırf bu sebepten şu vakit, yazmak derdindeyim.


Benim asıl meselem kendimle aslında. Belki de birçoğumuz bunun farkında olmadan bir başka yerinden asılıyoruz hayatı. Bir başkasına yüklüyoruz, kanayan yaralarımızın ızdırabını. Suçlayıcı oluyor, kendimizden uzakta soruyoruz hesapları. Oysa işin içinden çıkılamadığı vakitler insanın kendine dönmesi gerek. Kendi içindeki kanamaların kokusu burnuna gelene dek... Zira geçerken uğradım tadında bir iç dönüş, yanıltıcıdır çoğu zaman. İnsan yatıya gelir gibi hazırlık yapmalıdır, baya baya, aman aman.


Çünkü ancak böyle dertleşir kendi kendiyle insan.


Günlerdir kendi içime yalvarır haldeyim. Formasyon derslerinden aklımda kalan tüm teknikleri uyguladım, yine de ona erişemedim. Kimi zaman küstüm, kimi zaman bas bas bağırdım. Her birini, gerçek hayattaki çevremden gizli bi' halde yaptım. Kendi içime seslenmek, dünyanın en sessiz işiydi zira. Fısıltı bile yasaktır içsel dünyada. Sesler ise ızdıraptır ve tüm gürültüler yasaklanmıştır ısrarla.


Bu sebepten ne zaman yazmak gelse içimden, kaçan iç dünyamın ayak sesleri yankılanır oldu şu sıra. Akşam sefalarımın değişmezi televizyon dahi fazlaca gelir oldu bana. Annemin anlatmak istediği her şeyin önüne bir set gerdim ister istemez. Susturdum insanları, telefon görüşmelerimi kısalttım. Hal hatır sormaktan dahi kaçan bir insan oldum çıktım! Sesi gür olan herkes bağırıyordu benim nezdimde. Ve fısıldadığımı sanarken dahi çığlık atıyormuşum meğerse.


Bu karmaşanın içinde, kendimi aklamaya çalıştım önceleri. Niyetim iyiydi, içim dışım birdi, kinci sayılmazdım, vesaire vesaire. Lakin gördüm ki sadece niyet yetmiyordu insana. Kendine yapacağın en büyük iyilik, ne olduğunu bilmekten geçiyordu evvela. Bu mantıkla kendimi aramaya başladım. Ama ne mümkün hemen buluvermek, sanki ruhumun dar sokaklarında firardaydım! Her firari kaybolur muydu ben gibi? Ben kayıplardaydım işte, ne pusula kâr ederdi, ne harita kâr ederdi.


Zihnimdeki felsefik yaralarım kanayadursun, bugün bir yazı daha okudum. Aslına bakarsanız beni iyi eden iki şey var; yazmak ve okumak. Yazamadığım vakitler okumaktan kaçmıyorum neyse ki. Bugün bu alışkanlığa şükrettim bir daha, şükretmekten de vazgeçmiyorum iyi ki!


Yazı Hürriyet Gazetesi yazarı Yonca Tokbaş'a ait. (Pes Etmek Yok) Daha önce, kendimle ilgili bir hayalin peşinden koşma kararı alacağım bir vakitte, yine onun yazısıyla gelmiştim kendime. 6. senemin içine girdiğim ve her bir zerresinden nefret ettiğim okulumun bitimi sonrası, yeniden üniversite okuma kararı... İstediğim, haz aldığım meslek uğruna... Mühendisliği elimin tersiyle itip öğretmen olmak yoluna... Hesap kitap içinde kaybettiğim ruhumu, bir sınıfta bulmak amacıyla... 


Hiçbir şey sahnedeymişim gibi hissettirmedi bana zira. 


Öğretmenlik dışında...


Yeniden üniversite okumak ve hayal ettiğim mesleğe kavuşmak için zorluklara katlanmak konusunda kıvranıyorken ben, Yonca Tokbaş istifa etti yıllarını verdiği işinden. Bunu köşe yazısında duyurduğu gün bendeki dünya önce yok oldu büsbütün. Sonra yeniden inşa edildi yaşam. Güneş doğdu hücrelerime. Yılların buz gibi havası son bir kez esti ve ısındı bedenim sahiden de! Meğer aradığım şey tam olarak buymuş benim. Birinin hayalleri uğruna normal dışı sayılacak bir şeyler yaptığını görmem gerekmiş. Zira benim yapmaya hazırlandığım şey -özellikle 26 yaşına gelmek üzere olan biri için- dünyanın en zor şeylerinden biri. Bu yaştan sonra üniversite bitirip, evlenip, mühendislik yapmam gerek değil mi? Olması gereken bu. Lakin bu beni öldürür. Nefesimi alır götürür. Yazmak dahi istemem, bile bile aldığım nefeslerden vazgeçerim. O vakit ne sadece aşk yeter bana, ne de yaşamış olmak için yaşama. 


Öyle ki her insan, kendini sahnedeymiş gibi hissedeceği bir iş yapmalı bu dünyada.


Anladım ki benim sahnem kara tahta...


Yonca Tokbaş bir yazı daha yazmış bugün. Kendi iç dünyasına dönmüş, kendine kızmış, kendi saçlarını okşamış... Kendine iyilik yapıyorum sanarken, ihmal ettiği ruhunu telafi yolculuğuna çıkmış. O yolculukta beni de aldı götürdü yanında. Neden yazamıyorum diye kıvranırken, kendimle ilgili hiçbir şey yaşamaz olduğumu fark ettim birden. İnsan hissetmeden yazabilir mi sahiden? Hislerime vurduğum zincirler ve odamdaki dağınıklıktan dahi haz ediyor olmam... İşte buydu benim asıl meselem!


Bu sebepten, bu yazı biter bitmez odamı toplayacağım. Annemin günlerdir sayıkladığı şeyi yapıp, çamaşırları yıkatacağım. Belki biraz etrafı toparlar, değişmeye ruhumun mabedi evimden başlarım. Sonra tatil dönüşü hâlâ boşaltmadığım valizimdeki eşyalarımı yerleştireceğim. Her biri yerine yerleşirken, ben kendi adıma bir şey daha keşfedeceğim. Ne olmuş yaşım 26 olduysa yani! Bu, hayallerin bittiği yaş mı ki? Kimin hayali ne zaman son bulacak bilinmez. Belki ömrüm yarına kadardır, belki benim sonsuzluğuma daha çok vardır. Ya düşündüğümden uzun bir hayat yaşarsam? O vakit erişemediklerime olan pişmanlığım daha uzun olmaz mı? O vakit yaşamak ölmekten farksız bir hal almaz mı?


Minik adımlarla başlar büyük maratonlar. Yonca Tokbaş gibi bağış amaçlı deparlar atacak konumda değilim belki ama, benim de önümde uzun bir koşu var. Üstelik örnek aldığım kadına göre oldukça gencim. Bu gerçeği düşününce ondan utanması gerekenim. O bana, kabuğunu yırtıp atmanın yaşı olmadığını, medeni duruma bağlanmadığını, sorumlulukların tek eline bırakılmaması gerektiğini, kendin için bir şeyler yapmadığında kimseye bir hayrının da dokunamayacağını öğreten insan. Üstelik benden hiç haberi olmadan, yaptığı şeyin farkına varmadan...


Şimdi değişmek zamanı!


Şimdi kendim için bir şeyler yapmak anı!


Bir gün, kendi hayallerimin sahnesine çıktığımda anımsıyor olacağım Yonca Tokbaş'ı.


Not: Uzun zamandır yazamıyordum ya hani... Şu anda öyle bi' haldeyim ki... Aşırı uzun olduğunu düşünmesem sayfalarca yazabilecek doluluktayım. Kendimi buldukça, özgüvenime sarıldıkça ve umutsuzluktan doğan yorgunluğumu attıkça, yazarlığım daha bi' geliyor dile. Darısı kendini keşfedemeyenlere... Hayatın silik kâşiflerine... 


Sevgilerimle.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

✿ Ziyaretçiler

Powered By Blogger

FeedBurner

Add to Google Reader or Homepage

ECBanner
Recommended Post Slide Out For Blogger
 
BlogOkulu Gadgets