14 Haziran 2011 Salı

Bilmece Gibi Sonların Hikayesi

www.tips-fb.com
Çoğu zaman bilemedik aşk acısı çekenlerimiz, aşkı ölçüp tartmayı. Aşk kaç cesaret boyundaydı ve kaç ömür kadardı? Bilmek istemedik mi, yahut gidenlerin ardından gözyaşı dökmek daha mı kolaydı? Bir bilmeceden farksızdı şu aşk denilen şey, zaten kimileri onu bu yüzden itip kakardı. 


"Yeryüzündeki cehenneme inat yaratılmış her bir zerresi,
Gerçekler hayal olur, üstüne düşer cennetin gölgesi,
Bilemezsin, bu sevgilinin sesi mi kuş sesi mi
Kanatlanırım ben her Sevgililer Günü’nde
Görmek istersen beni, bekleyeceğim seni o yerde."
 

Sözler ağızdan çıkarken gizlenirdi bazen. Sözde kalsın istemezdi kimileri, yürekle anlaşmaktı böylelerinin niyeti. Yürek yüreğe dokunduğu vakit, dudaklar sadece masum öpücükler için konuşurlardı. Kelimeler imalara yelken açardı. Kürek çekmek o denizde, hiç kolay değildi aslında. Tek güzel yanı, varılan noktaydı. 

O noktaya gerçek aşk derdi, yakından tanıyanları.

"Burada olacağını biliyordum." dedi delikanlı, "İzmir bu mevsimde çok güzel olur." 
"Kuş Cenneti ise her mevsim güzeldir." diye tamamladı genç kız, "Beni bulabilmene sevindim." .
"Seni her bulduğumda cennetlik oluyorum ben. Arınıyorum günah olan her şeyden." 
"Cennetlik olabilmek için mi çözdün yani bilmeceyi?" 
"Severim bilmeceleri. Cenneti sevdiğim gibi..."
"Ödülünü sakladım göğüs kafesime."
"Cennetim, hoş geldin yüreğime."
 

Ve bir sevgililer gününde daha çözülmüştü aşka dair sıradan bir bilmece. O bilmece sonrası İzmir, yeniden âşık etmişti bir çift yüreği daha birbirine. 

Kuş Cenneti’nde...



Soğuk duvarlar ardında dökülüyordu gözyaşları çaresizliğe. Kalemin, hayatın içindeki acıları yazmaya doyamaması da yığınla çaresizlik yüzündendi belki de. Ayaz bir gecede hangi tükenmişlik son verebilirdi ki maziye? Serde erkeklik olsa da fark etmezdi, acı her yürekte evrenseldi. Ve bu gece dünya ağlasa duymazdı delikanlı. Tüm isyanı kör ve sonsuz çaresizliğineydi.

"Ben ölsem ağlar mısın?" diye sormuştu genç kız bir keresinde, parmağındaki nişan yüzüğüne gülümser bir halde.
"Cehennemlik olurum." demişti delikanlı, buğulu gözleri sevgilisinde...

O güne bir dokundurma olmalıydı bugünler herhalde. Beddua edebileceği birileri olsaydı keşke. Ya da sırf hıncını alabileceği bir şeyler... Öcünü alırdı hayattan sonsuz kere ve hayat utanırdı belki de. Yaşamak kadar zor başka bir şey varsa şimdi, o da sevdiğine ikinci kez gitme diyememekti. Aşk gaddar yüzünü ona gösterdiği günden beri en azılı düşmanıydı ne de olsa. Oysa neler vaat etmişti sevda, bir ilkbahar günü, Kuş Cenneti’nde ona. Cennet nerede olursa olsun hep farazi mi görünecekti gerçek aşklara? Böyle aşkların tek gerçeği, yaşarken tadılan cehennem miydi yoksa?

"Aradı mı bugün?" 

Başını salladı genç adam evet dercesine, tüm evetlerin boynu büküktü birkaç soğuk gecedir. Ve hiçbir evet hem bu kadar umut dolu hem de bu kadar çaresiz dokunmamıştı ömrüne, nicedir.

"Söylemedi mi yerini?"
"Söylemedi."
"Ne konuştunuz peki?"
"Aynı şeyleri sayıkladı durdu. Hâlâ nefes aldığını bilmek umut verici ama..."
"Ama hiçbir şey yapamamak da can yakıcı değil mi?"
"Can parçalayıcı… Parçalanıyorum."
 

Hıçkırıklar gökyüzünden düşen yağmur damlalarıyla yarışırcasına dökülüyordu gözlerinden. Eli kolu bağlı öylece beklemek ne büyük bir azaptı. Dünya üzerindeki tüm azapları çekmeye razıydı. Sevdiğine sağ salim dokunabilse en büyük azapları bile adaktan sayardı. Seve seve katlanırdı her birine o zaman, gıkı çıkmazdı. Kim bilir belki tüm acılara karşı dokunulmaz olurdu kalbi. Gerçi, sevdiğinin gül yüzü uğruna acılar cellâdı olsa ne fark ederdi ki? Gülümseyerek verirdi gönlünün kellesini.


Oysa aşk bunca bedele mahkûm etmemeliydi yürekleri. Kim ne derse desin, gerçek aşk her durumda etikti. Lakin hayat bazen hile yapıyordu terazisinde. Hangi kefeye neyi koyacağını bilmeyen bir çaylak gibiydi. Kimi zaman kaçıyordu acının dozu. Mutluluksa fotoğraflarda hapis kalıyordu. Her şeye rağmen tükenmeyen umutlar olsaydı bir yerlerde... Gerçek aşkın bu hayattaki en dengeleyici his olduğuna o da inanırdı belki de.


Tüm bunları düşünerek arabasına atladı genç adam. Gözlerindeki buğuda kaybolan hasretini içine gömmüştü şimdi. Tek dileğiydi sevdiğinin uzun soluklu nefesi. Onun bir dirhem nefesi için canını bile verirdi. Eli kolu bağlı bekleyemezdi. Zira yıllardır bekleyerek yapmıştı en büyük hatayı. Her ne pahasına olursa olsun bulacaktı sevdiği kadını.

Tüm bunlar beynini kemirirken, günlerdir kâh acı veren, kâh ümitlendiren telefonu çaldı. İçinde, bu defa onun yerini öğrenebileceğine dair bir his uyandı. Her çalan telefonda aynı umudu diriltmekten harap olmuştu, lakin onu ayakta tutan –yalnızca- bu bir tutamlık umuttu.



"Sarah?"
"Mark..."
"Sarah, meleğim. Seni çok merak ediyorum. Nasılsın?"
"Mark..."
"Sarah, hadi meleğim söyle bana yerini. Söyle de gelip alayım seni. Korkuyorum Sarah, seni kaybetmekten çok korkuyorum."
"Bu ayın 27. gününde geldim buraya. 31. gününde öleceğim sevgilim."
"Hayır Sarah, ölmek yok. Kurtaracağım seni!"
"Ama aslında buraya geldiğim gün öldüm ben. Beklediğim senin silüetin. Bu şey çok derin, yalnızlığımdan da derin. Hayalimde biriktirdiğim senin tenin, senin nefesin. Ama...
"Sarah..."
"Ama... Sanki sonsuza kadar gidiyor çaresizliğim. Sonsuz yoktur aslında, her şeyin bir sonu vardır kaçılsa da. Sanki bir ışığa süzülüyor gibiyim, ne başı var ne de sonu. Ve... Tanrım... Yıldızlarla dolu! Gökyüzündeki tüm yıldızları saydım, hepsini bir araya getirseler de saklayamazlar sana olan sevgimi. Ne olur Mark, ilk günkü kadar seviyorsan beni, Cadılar Bayramı’ndan bir gün önce gel kurtar sevgimizi."
"Sarah, deli gibi seviyorum seni. Sevmekten hiç vazgeçmedim ki. Yalvarırım Sarah, ne olursun, yerini söyle bana."
"Saçlarımı keşke o günkü sevgimi kıskanırcasına yahut rızam kadar okşayabilsen. Gördüğüm aşk! Resmin de ellerimde, nedensiz."
"Ah Sarah, yapma! Yalvarırım. Sarah!"  

Dört zehir gecedir aynı sözleri sayıklıyordu genç kadın telefonda. Mark, çalan her telefonu büyük bir umutla açıp, her defasında aynı kederle kapatıyordu. Sevdiği kadının akli dengesinde gel gitler olduğu barizdi. Ve Mark, dört sonsuz gecedir aklını yitirmiş sevgilisinin içtiği zehre lanet eder haldeydi. Zehir şişelerinden alsa hıncını ve yeryüzündeki tüm zehirleri içse aralıksız, sevdiği kadını kurtarabilir miydi? Yahut hayata bağlayabilir miydi ölüme hızla ulaşmak isteyen diğer yürekleri? 



Belki de asla bilemeyecekti Mark, gerçek doğrunun ne olduğunu. Aşk mıydı doğru olan, sadakat miydi? Yahut içini kemiren acıya boyun mu eğmeliydi? Gönlü daha fazla acımasın diye, aşkı yakaladığı an arkasına bile bakmadan geçmişinden çekip gitmeli miydi? Neydi doğru, kime göreydi? Şimdi Sarah hangi doğrudan sebep can cekişir haldeydi?

Onu ilk gördüğünde nerede olduklarını bile hatırlamıyordu. O anda zaman durmuştu belki de, bilemiyordu. Tek bildiği, onunla yeniden görüşebilmek için yapmadığı kalmamıştı. Sarah, sahte âşıklara karşı her daim ürkekti. Korkuyordu canının yanmasından, o narin bedeniyle acıları kaldırması mümkün değildi. Mark onunla yeniden görüşmek istediğinde, bu güzel kızın Kuş Cenneti’ni tarif ettiğini anlaması birkaç gününü almıştı. Ve bu Sarah'ı daha bir kıymetli kılmıştı. Ne de olsa zor elde edilen her şey çok daha özel olurdu. 

Mark bunu, Sarah’a âşık olduğu gün anlamıştı.

Kuş Cenneti’nde başlayan aşk bir gün ansızın bitiverdi. Aslında biten aşk değildi, biten mutlu günlerdi. Mark tüm bunları bilse o küçücük meselenin bunca uzamasına izin verir miydi? Yitip giden sevdasını gururunun zincirlerine vurur, acılara köle eder miydi? Aşkın kangren oluşunu sessizce izler miydi bilseydi? Toy gönüllerin sıradan kaprislerinden farklı değildi aşklarının bitiş nedeni. Ve onlar sanıyorladı ki aşk ayrılıkla güzeldi. Oysa aşkı ölüm kılan ayrılığın ta kendisiydi.

İkisi de bunu çok geçmeden fark edecekti.

İçinden bir parçası koparcasına ayrıldı Mark Sarah’dan. İçi kanıyordu, kanı gözlerinden akıyordu. Kimse bilmiyordu, herkes onu ağlıyor sanıyordu. Oysa o, gözlerinden kan kusuyordu. Yüreği kan kaybından ölüyordu, o Sarah’sızlığa direniyordu. Bu, yaşadığı en zor direnişti aslında. Pes etmeye ramak kala yeniden doğruluyordu.

Yazık ki ayağa her kalkışında biraz daha ölüyordu.

Yıllar sonra aynı şehirde kesişmişti yolları. Mark yılların hırpaladığı güzel Sarah’ı gözlerinden tanımıştı. Hâlâ aynıydı gözleri. Bir peri kızından emanet alınmış gibi manidar ve derindi. Onlara bakmaya kıyamadığı zamanları canlandırdı Mark'ın zihni. O sırada değmişti Sarah’nın gözleri, Mark’ın gözlerine. Ve yılların acıttığı yürekleri, yeniden kanamaya başlamıştı bile.

"Bizimki de böyle bir dertmiş." demişti Mark. 

Bir kahve içimlik zamanda ayak üstü giderilmeye çalışılan hasretin dağıttığı parçaları savruluyordu oraya buraya. 

"Ben bu derdi kabul ettim bile. Sırf senden geliyor diye... Ve hiç bıkmadım, gözlerini hep sakladım gözlerimde." diye devam etmişti Sarah.


"Ne fark eder ki artık? İkimiz de..."
"İkimiz de evliyiz değil mi? Ve aşk haram yüreklerimize."
"Sarah..."
"Mark, üzülme. Ben alıştım senin aşkınla kan ağlamaya."


Yüreğe ikinci kez gömülen sonsuz aşk sonrası Mark, doğruyu yaptığına olan büyük inancıyla örtmüştü acılarının üstünü. Vicdanının sesiydi dinlediği ve aşk acısına yıllardır direndiği bir hayata devam edecekti. Aşk damarlarındaki kan değildi ya sonuçta, ne onu ne de Sarah’yı öldürmezdi. Aksa da olurdu başka damarlarda, akmasa da... Bir şekilde alt edebilirdi onu nasılsa. Bu zamana kadar nasıl yaşadıysa bundan sonra da yaşardı Sarah olmadan. Geceleri onu hayal etmek istediğinde karısına sarılırdı, ona verdiği güven duygusuyla avuturdu yine kendini. Kimi zaman Victoria’ya dokunurken kapatırdı belki gözlerini, kapatır ve Sarah’yı düşlerdi. Onun gözlerini, onun tenini... Sonra yeniden dönerdi gerçeğe, kaldığı yerden devam ederdi hayatına. Ne olursa olsun, yıllarını ona vermiş karısını bırakamazdı yarı yolda. Yüreğini veremese de 
ona, zor zamanlarında yanında oluşuna borcunu öderdi hiç olmazsa.

Oysa yüreksiz bir adam değildi o. Yüreği sevdiğinde kalmış bir adamdı. Kendine ait olanı geri dönüp almaya kalksa, bıraktığı yerde kalması kaçınılmazdı. Bu yüzdendi yıllardır kalbini geri almaya cesaret edememesi sonsuz aşktan. Hiçbir şey hissetmeden yaşadığı her güne, erken gelen ölümler gözüyle bakması da bundan sebepti ta en baştan.



Ağlıyordu Mark, çılgınlar gibi. Sarah neredeydi, nerede can çekişiyor haldeydi? Şu anda bir tane -sadece bir tane- dilek hakkı olsa idi tek bir şey isterdi: Sarah’ın yaşayacağından emin olmak! Bu ona yeterdi. O koca dilek hakkını Sarah için kullanmaktan başka bir amaç güdemezdi şimdi. Birbirlerini yeniden bulduklarında ona doya doya sarılmadığı için suçluydu Mark. Onu ölüme kendi elleriyle teslim ettiği için hatalıydı. Sarah’sız kaldığı günden çok, birbirlerine yeni bir şans vermelerine engel olduğu gün cehennemlik olmuştu oysa. Bu sevdanın faili belliydi. Mark, ölüme giden aşkının tek ve affedilemez katiliydi.

O gece, sabaha kadar dolaştı sokaklarda. Sokak çocuklarının yaktığı ateşte yakmak istedi kendini, Sarah’a ulaşamadığı her yeni dakika. Ölmek hiçbir şeydi bu acı yanında. Sıradan acılara kafa tutuyordu yüreğindeki büyük sancı. Onu nasıl umursamamıştı, nasıl ciddiye almamıştı? Sarah ölüme giderken, Mark ona neden dur dememişti? Şimdi hangi bedeli ödese tüm bunları değiştirebilirdi? Canını verse kurtarabilir miydi sevdiğini? 

Sahi, bunca acıya rağmen canının hâlâ bedeninde olması mucize değil de neydi?

Sabaha karşı, ruhu içinden sökülmüşçesine ve bitkin bir halde döndü evine. Victoria’nın yüzüne bakmamıştı bile. Oysa o değildi asıl suçlu, onun hiçbir suçu yoktu. En büyük suçu sevgisine sahip çıkamadığı gün işlemişti Mark ve şimdi kaç kişiyi daha üzerek telafi edebilirdi ki bunu?

Yeniden çaldı telefonu.

Sızıp kaldığı kanepeden sıçradı adeta. Telefonun ucundaki sesle uyanmıştı hayata.

"Mark..."
"Sarah, sevgilim!"
"Mark ölüyorum."
"Sarah! Hayır!"
"Ölüyorum Mark."
"Sarah, konuş benimle. Hayır Sarah!"
"Bu ayın 27. gününde geldim buraya. 31. gününde öleceğim sevgilim. Ama aslında buraya geldiğim gün öldüm ben. Beklediğim senin silüetin. Bu şey çok derin, yalnızlığımdan da derin. Hayalimde biriktirdiğim senin tenin, senin nefesin. Ama... Sanki sonsuza kadar gidiyor çaresizliğim. Sonsuz yoktur aslında, her şeyin bir sonu vardır kaçılsa da. Sanki bir ışığa süzülüyor gibiyim, ne başı var ne de sonu. Ve... Tanrım... Yıldızlarla dolu! Gökyüzündeki tüm yıldızları saydım, hepsini bir araya getirseler de saklayamazlar sana olan sevgimi. Ne olur Mark, ilk günkü kadar seviyorsan beni, Cadılar Bayramı’ndan bir gün önce gel kurtar sevgimizi."
"Yerini söyle bana. Yalvarırım yerini söyle. Nereye geleyim Sarah?"
"Saçlarımı keşke o günkü sevgimi kıskanırcasına yahut rızam kadar okşayabilsen. Gördüğüm aşk! Resmin de ellerimde, nedensiz."
"Lanet olsun! Lanet olsun!"
 

Ve bir telefon daha kapanmıştı Mark’ın gözyaşlarıyla ıslanmış suratına. Aklını yitirmiş bir hasret kadar, çaresiz bir aşk da kahrediyordu şimdi hayata.



O ayın 31. gününde bir mezarlıkta ölü bulundu Sarah. Stokholm polisi güzel kadının ölürken elinde tuttuğu nottaki telefon numarasından ulaştı Mark’a. "Bu hayattaki tek varlığım." yazıyordu kâğıtta. Zehirden eriyen vücudundaki hırpalanmalar bir yana, öldükten sonra bile ıslak olan kirpikleri yakıyordu insanın içini. Sanki onu zehir öldürmemişti, onu öldüren bir çeşit ateşti. Ve yandıkça Sarah, gözlerinden gelmişti canı, nefesi. 

O artık, sonsuza yürürken dahi Mark’ı sayıklayan bir cesetti.

Avukatına bıraktığı "Eğer ölürsem bir gün, beni İzmir’e gömün." vasiyeti dışında bir de Mark’ı bırakmıştı ardında.

Sarah İzmir’i, yaşamaya başladığı yer olarak tanımlamıştı ömrü boyunca. Orası Mark’a kavuştuğu yerdi ne de olsa. Ve 30 yıllık ömründe İzmir, mutlu olduğu tek şehirdi. Ruhunun huzur bulması için o şehirde uyuması gerekti. O şehir ki onun ve aşkının tek cennetiydi. Dünyada yaşadığı sıcak cehennemin acısını, İzmir’deki mezarında çıkaracaktı belki. Belki de gerçek, gittiği yerde dahi değişmeyecekti: Cennet, büyük aşklar için öldükten sonra da farazi bir umut demekti.

Cenaze töreninde siyahlar giymiş yığınla seveni Sarah için bir araya gelmişti. Sessiz bir törendi onunki. Ruhu candan çıktığı günden beri sanki tüm dünya sessizleşmişti. Mark’ın hıçkırıklarını duymak için bu sessizliğe gerek var mıydı bilinmez, lakin Mark onu kurtaramadığı gibi son yolculuğuna da gelememişti. Hastanedeki odasında çürütüyordu bedenini. Ölmek anlıktı da ölemeyip arkada kalmak bir çeşit vahşetti.

Sarah’ın cansız bedeni meşe bir tabut içinde ebediyete uğurlandıktan hemen sonra Mark da hastaneden ayrılıp İzmir’e yerleşti. Doktorların hiçbir ısrarına aldırmadan İzmir’de kiraladığı tek odalık bir evde geçirmeye başladı günlerini. Aylarca, o küçücük evde tek başına korudu sessizliğini. Arada bir komşuları gece yarıları yükselen hıçkırık seslerine uyanıyorlardı, onun dışında Mark’ın evi hayalet evden farksız, izbe bir bodrumu andırıyordu. 

Sarah’ın ölümünden yaklaşık bir yıl sonra Mark, hayata kapadı gözlerini. Ve yalnızlığına yakışanı yaparcasına ardında ne bir vasiyet bıraktı, ne de bir sevgili. 

O öldükten sonra evi kiralamaya gelen yeni evli çift Mark’ın el yazısıyla yazılmış bir not buldu. O notu okuduklarında anladılar ki aşk, kimi zaman bazıları için çok zordu. Sevgi belki Mark’ın bir zamanlar inanmak istediği gibi damarda akan kan misali gezinmiyordu vücutta, lakin bir kere tadılan gerçek aşk aşığın yüreğinde nefes darlığı demekti.

Soluksuz kalan her âşık, er ya da geç yalnız ölecekti.

"Ben Mark Gringley.

Sarah Alves’in katili Mark Gringley.

Faili belli bir cinayete kurban gitti benim sevdiğim kadın. Onu çok seviyordum ama sevgimi geçmişe gömmeye çalışıyordum. Bir ilkbahar günü bana Kuş Cenneti’ni tarif ettiğinde ona daha fazla mı âşıktım? O zamanlar daha mı becerikliydi bilmeceleri çözmek konusunda aşkım? Hayır, sadece o zamanlar daha gençtim galiba. Birkaç günümü almıştı Kuş Cenneti bilmecesi. O bilmece bana Sarah’ı getirdi. Fakat benden Sarah’mı alan, yine bir başka bilmece idi.

Zehri içtiği günden itibaren, yedi gün boyunca her gün, beni arayıp yerini söyledi. Bense çelişkilerimle boğuşmaktan anlayamadım hiçbir şeyi. Eşim Victoria’ya olan minnet borcumla hayatımın kadını Sarah’a olan sonsuz aşkım arasında sıkışıp kalmıştım, çözemedim bilmeceyi. Sadece Sarah’a teslim olamadım, sevgisine layık bir âşık gibi davranmadım. Soru işaretlerimin zihnimi örtmesine izin verdim ve Sarah’mı kendi ellerimle ölüme teslim ettim.

Yüreğimi en çok yakansa Sarah’mın aklını yitirdiğini sanmış olmamdı. Oysa onun tek bir amacı vardı: Yeni bir bilmece yeni cennetler vaat edebilirdi bize. Yahut cehennemlik olacaktık ikimiz de.

Şimdi ben, cehennemden yazıyorum bu satırları.

Sarah ile nişanlıyken hayaller kurardık hep, günün birinde Stokholm’e gitmek üzerine. Skogskyrkogården adlı mezarlıkta farklı bir deneyim yaşayacaktık birlikte. Frank’ın Monolith’ini kullanacaktık ve çığlıklar atacaktık sevinçle.

Cadılar Bayramı’ndan bir gün önce...

Geçen yılın 31. gününde Stokholm’deki bahsi geçen mezarlıkta buldular Sarah’ın zehirden ve acıdan çürümüş cesedini. O zaman çözmüştüm bilmeceyi. Lakin artık çok geçti. Çelişkilerime feda etmiştim onu ve bu acı sonsuza dek sürecekti.

Sırf bu yüzdendir ki ölüme terk ettim kendimi. Ölmek ne kadar zaman alırsa o kadar acıtırmış bedeni. Bu yüzden zehir içmiyorum. Kendi haline terk ettim ruhumu. Ne zaman isterse o zaman çıkacak vücudumdan ve ben öldüğümde dahi kavuşamayacağım sevdiğim kadına.

Şimdi ya da daha geç, fark etmez bundan sonra. Cehennem, al beni tez vakitte yanına!"
 


Mark’ın satırlarını okuyan genç çift Kuş Cenneti’nde başlayıp Kokluca Mezarlığı’nda son bulan bu acı aşkın ardından yalnızca birkaç üzgün cümle sarfetti. Zira ne Sarah’ı tanıyorlardı ne de Mark’ı. Merak ettikleri bir bilmece ve o bilmecenin cevapları elbette vardı. Fakat ölüme götüren hangi bilmece merak edilmeyi hak edecek kadar farklıydı? Her cevapta yeniden ölmeyecek miydi Mark ve yitip giden aşkına yeniden ağlamayacak mıydı Sarah? 


Nasılsa bedeni terk etmiş hiçbir ruhun ardından yetişemeyecekti, taziye yüklü bir seyyah.

Aynı gün yırtılıp atıldı bir kenara, Mark’ın son sözleri. Ölümcül bir arayışın izlerini silmek isteyen genç çift gerçekleri asla bilemeyecekti.



Oysa Sarah Mark’ın onu ilk günkü kadar sevdiğinden emin olmak için yapmıştı her şeyi. Ölümü oyuncak etmemişti, zira Mark onu eskisi gibi sevmiyorsa Sarah’ın yaşaması zaten ölmeye eş değerdi. Ve sevdiği adamla nişanlı olduğu zamanlarda kurdukları hayalin resmen içine girdi. Elindeki bir şişe zehirle, o yılın 27. gününde Stokholm’deki Skogskyrkogården mezarlığına gitti. Tıpkı 50 yıl önce aynı günde Frank Blomdahl’ın meşe tabutu içinde o mezarlıkta uyumaya başladığı gibi... Eğer Mark o ölümcül bilmeceyi çözemezse, Sarah ölüme Jarrko Buno’nun bu mezarlıkta Monolith keşfettiği günde, yani yılın 31. gününde gidecekti. 

Öyle de oldu yazık ki.

Çözülemeyen bir bilmece, bir yılın 31. gününü daha ölüm günü olarak yazdırmıştı akıllara. Oysa Sarah bir bilmece ardına gizlediği varlığını, iki ipucuyla sevdiğine adamıştı. Anlayamadı Mark, Sarah’ın sözlerinde var olan ve Skogskyrkogården mezarlığını ziyaret eden insanların günlüklerine yazdıkları heyecan dolu anların yansımalarını. Ve anlayamadı talihsiz adam, Sarah’ın bulunduğu yeri kurduğu cümlelerdeki kelimelerin baş harflerine sakladığını.

Böylesi bir aşktan geriye, Mark’ın yazdığı notun yırtık parçaları ve Sarah’ın son sözleri kaldı. O sözler ki bir yerlerde son bulan ne varsa hepsinde kaybolacak kadar sıradan cümleler gibiydi. Lakin aslında izleri silinmeyecek kadar derindi her biri. Zıt olan ne varsa hepsi Sarah’ın dudakları arasında yitip gitti.

Varsa yitirilmemiş bir şeyler, hepsi hâlâ yaşayanlara emanetti. 

Ve belki de Sarah, İzmir’deki cennetinde sayıklıyordu hâlâ son sözlerini.

"Bu yılın 27. gününde geldim buraya. 31. gününde öleceğim sevgilim. Ama aslında buraya geldiğim gün öldüm ben. Beklediğim senin silüetin. Bu şey çok derin, yalnızlığımdan da derin. Hayalimde biriktirdiğim senin tenin, senin nefesin. Ama... Sanki sonsuza kadar gidiyor çaresizliğim. Sonsuz yoktur aslında, her şeyin bir sonu vardır kaçılsa da. Sanki bir ışığa süzülüyor gibiyim, ne başı var ne de sonu. Ve... Tanrım... Yıldızlarla dolu! Gökyüzündeki tüm yıldızları saydım, hepsini bir araya getirseler de saklayamazlar sana olan sevgimi. Ne olur Mark, ilk günkü kadar seviyorsan beni, Cadılar Bayramı’ndan bir gün önce gel kurtar sevgimizi."

"Saçlarımı keşke o günkü sevgimi kıskanırcasına yahut rızam kadarokşayabilsen. Gördüğüm aşk! Resmin dellerimde, nedensiz.”



Frank’s Monolith 
50 yıl önce, bahsi edilen ay olan Şubat ayının 27. Gününde Frank Blomdahl Stokholm’de bulunan Skogskyrkogården adlı mezarlığa gömüldü. Yine aynı ayın 31. gününde Jarrko Buno bu mezarlıkta bir Monolith keşfetti. Bu Monolith’in özelliği Cadılar Bayramı’ndan bir gün önce –ki bu Frank Blomdahl’ın ölüm yıldönümüne denk gelen gündür- kullanılabilir olmasıydı. Mezarlığı ziyaret edip bu eşyayı kullanmış olan birçok ziyaretçinin burada bulunan ziyaretçi defterine birbirlerinden habersiz olarak "Bu şey çok derin.", "Sanki sonsuza kadar gidiyor.", "Tanrım... yıldızlarla dolu!" diye yazdıkları yine bilinenler arasında. 




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

✿ Ziyaretçiler

Powered By Blogger

FeedBurner

Add to Google Reader or Homepage

ECBanner
Recommended Post Slide Out For Blogger
 
BlogOkulu Gadgets